Reklam

Twitter

 

9 Ağustos 2012 Perşembe

"Elbet bir gün o alt yapı maçları yine büyük stadyumlarda oynanacak"


SERDAR SARIDAĞ

Avusturya’nın o güzelim bol oksijenli serin havasından, İstanbul’un boğucu nemli ortamına uyum sağlamaya çalıştığım şu günlerde, insan neredeyse 24 saat denizin içerisinde kalmak istiyor. Kendimi bildim bileli denizin o iyot kokusu, bambaşka dünyalara götürmüştür beni.  Küçükken çok sevmeme rağmen kimi zaman deniz sevgisi  futboldan önce geliyordu benim için. Okula gitmek yerine kendimi çok atmışımdır İstanbul sahillerine. Kimi zaman Büyükada plajlarından, kimi zaman da Kabataş iskelesinden dalardım denizin maviliklerine.

Doğum büyüdüğüm yerde her çoçuk gibi mahalle takımlarının kapısında yattığım dönemlerde Nişantaşlar Futbol Kulübü’nün yıldız takımında bulmuştum kendimi. Şortların daracık, kramponların delik deşik, konçların toz toprak içinde, formaların ise sadece çubuklu olduğu dönemlerde yerel bir futbol takımında çamurlu meşin yuvarlağın peşinde koşmanın verdiği mutluluğu, tarif etmek imkansız gerçekten. Kulüp lokalinin önündeki kara tahtaya o haftaki rakibin hangi takım olduğunun yazıldığı günü beklemek bile çok daha farklı duygular yaşatıyordu insana. Kimi zaman Şişli’deyiz kimi zaman Ayazağa’dayız. Hatta bir keresinde Gültepe’deki bir sahada yaptığımız maçta top Roman vatandaşlarımızın yaşadığı bir mahalleye kaçmıştı ki, oradaki teyzenin sinirlenerek topu geri vermemesi maçı bir hayli uzattırmıştı. Takımın en yeteneklisi Halis’in “Versene topu saçaklı” demesinin ardından bütün mahalle neredeyse sahayı basıyordu.

Yaz dönemlerinde böylesine yerel takımlarda futbol oynamak çoğunlukla hepimize sıkıcı geliyordu. Yönetimin İstanbul sahillerine yakın semtlerle maç alması için sabah akşam dua ederdik. Bir keresinde maç tahtasına İstinyespor yazıldığında herkesin birbirine sarılıp bayram etmesi hala dün gibi aklımda. Maç Pazar günüydü. Sabah erkenden yola çıkılacak, otobüs kiralanması için gerekli para bir an önce toplanacaktı. Maç günü gelip çattığında yolda yenmesi için kumanyalar hazırlanmış, devre arasında vitamin takviyesi olsun diye poşet poşet limonlar otobüse yüklenmişti bile. Şoför marşa bastığında otobüsün arkasında oturan ağır abiler çoktan şarkılara türkülere başlamıştı. Yar saçların lüle lüleden, akasyalar çiçek aşmışa kadar geniş bir repertuarı vardı ağır abilerin.

İstinyespor ile oynayacağımız maç için Kilyos’a vardığımızda, havadaki o iyot kokusu beni yine farklı alemlere götürüp futboldan iyice uzaklaştırmıştı. Yolda giderken otobüsün camından o denizin maviliklerine daldığımda aklımda ne hoca beni ilk onbirde oynatır mı ne de kramponlar ayağıma vuracak mı vardı. Tek derdim o yaz sıcağında şimdikinden çok çok daha temiz olan Kilyos ve Sarıyer sahillerinde Kaptan Cousteoculuk oynamak vardı. 

Otobüsümüz park ettikten sonra kendimizi Kilyos’daki çim sahada bulduk. Şimdiki futbolcular gibi maçtan önce zeminin üzerinde geziniyorduk. İç saha maçlarımızı oynadığımız Sadabad sahasının toprak ve çamur zemininin aksine çim saha ile karşılaşmamız bizde tarif edilmeyecek bir hayranlık bıraktı. Ay’da yürüyen astronotlar gibiydik sanki. Başka bir gezegen burası. İyot kokusuna çim kokusu da karışmıştı artık.

Yönetimin “Yıldızların maçı iptal sadece genç takım oynayacak” anonsu biter bitmez kenidimi Kilyos’un sularına çoktan bırakmıştım. O gün duyduğum en güzel haberdi. Genç takımın maçına daha iki saat vardı. Yüz yüzebildiğin kadar Serdar dedim kendi kendime. Dipten kum mu çıkarsın, deniz anası mı yakalarsın ne yaparsan yap artık Serdar.

Genç takımın maç saati gelip çattığında ise ıslak şortumla çoktan oturmuştum yedek kulübesinin kenarına. İstanbul’da iki senedir yenilmeyen genç takımımız maça her zamanki gibi çok hızlı başlamıştı. İstinyespor’u hallaç pamuğu gibi dağıtıyordu genç abilerimiz. Bizim takım 8-0 öndeyken İstinyespor’da saçları aslan yelesi gibi olan birisi girdi oyuna. Maça çok sonradan gelip kurtarıcı gibi dalmıştı sahaya. Bizim takımda bir panik havası başladı o an. Bizim açımızdan bir şeyler ters gidiyordu ama o an ne olduğunu anlayamamıştım açıkçası. Aslan yeleli futbolcu inanılmaz bir top oynuyordu. İyiki maça geç gelmişti diyordu insan içinden. Müthiş bir yetenek ve müthiş bir sol ayağı vardı. Orta sahadan attığı golle bütün Kilyos ayağa kalkmıştı. Kalede aynı zamanda kuzenim olan Hüseyin abi vardı. O golden sonra “Futbolu bırakıyorum” diyerek kaleyi terk etmişti. Gururuna yediremedi yediği o golü. Maçı kenardan seyreden bizler aramızda “Kim bu Aslan Yeleli” diye fısır fısır konuşmaya başladık ki, abilerimizden biri onun adı “Sergen Yalçın” demişti.

O zamanlar onun ne kadar büyük futbolcu olacağını tahmin edememek mümkün değildi. Bir insanın ayağına futbol topu herhalde bu kadar yakışırdı. Ben bu ismi daha önce de duymuştum. Yine o sene Beşiktaş’ın seçmelerine katılan mahalle arkadaşım Çetin bahsetmişti Sergen Yalçın’dan. Serpil Hamdi Tüzün zamanında Beşiktaş seçmelerine katıldıktan sonra akşam mahallede seçmeleri anlatan Çetin “Ben ikinci oldum, Sergen diye bir çocuk birinci oldu” demişti bize. İşte o Çetin, bu Sergen ile İnönü’de bir çok PAF maçına çıkmıştı. Kombine olmadığından kimi zaman 50 bin kişiye kimi zaman 60 bin kişiye oynuyorlardı. Çünkü o zamanlar PAF takım maçları A takımdan önce oynanırdı statlarda.  Tam bir bayram havası yaşanırdı PAF takım maçlarında. O zamanlar yedisinden yetmişine herken tanırdı alt yapıdaki yetenekleri.

Serpil Hamdi Tüzün döneminde bir maçta ilk yarıyı 2-0 mağlup kapattıklarını anlatan Çetin “Devre arasında Serpil hoca kendime gelmem için yanağıma bir Osmanlı tokatı patlattı, ikinci yarıda iki gol attım” demişti. O maçta galibiyet golünü Sergen serbest vuruştan atmıştı. Fulya’ya idman seyretmeye gittiğim zamanlar gözlerimle Rıza, Metin, Feyyaz ve Aliler’in, Sergen’i izlemek için toprak sahadaki PAF takımının idmanına gittiğini görmüştüm. O dönemler alt yapı kulüpler için çok çok önemliydi. Ne pırlantalar, ne yıldızlar, ne cevherler çıkıyordu o dönemin alt yapı kültüründen.

Artık zaman eskisi gibi değil. Ne arsa kaldı, ne mahalle takımı kültürü, ne alt yapı ne de gazetelerde amatör takımlarının yıldız tabloları. Dev transfer bütçeleri, ağzı süt kokan bebe futbolcuların menajerleri ve gazetelerin mahalle futbolu ile alt yapının maçlarını görmemesi bizim yeni Sergenler’i seyretmemize engel oluyor maalesef. Brezilya’da hala amatör maçları binlerce futbolsever seyrediyor ki neredeyse kombine bile satacaklar. İnanın Avusturya kampı olmasa belki bu kadar genç futbolcuyu bir arada göremeyecektik.  Ben kendi adıma Sergen gibi bir futbol dehasını çocuk yaşta çıplak gözle seyrettiğim için çok şanslı buluyorum. Yeni kuşakların da böylesine yetenekli gençleri çoçuk yaşta çıplak gözle seyredebilmesi için o dönemin alt yapı ile amatör futbol anlayışının Türk medyasına geri gelmesi lazım. Bir zamanlar okul maçları bile girerdi spor sayfalarının siyah – beyaz sütunlarına.

Samet Aybaba’ya teşekkür etmemiz lazım. Sekiz hazırlık maçında bizlere Muhammedler’i Mertcanlar”ı, Hasanlar”ı, Kadirler’i ve Ümitler’i, seyrettirdiği için. Ben kendi adıma biraz olsun eskinin o tozlu çamurlu sahaların kokusunu burnumda hissettim Avusturya kampında.  Beşiktaş’ın geleceğinin temellerini attı Samet Aybaba. Belki başarılı olur belki başarısız ama eminim ki arkasından Metinler, Aliler, Feyyazlar bırakacaktır. Yönetim kombine ve forma konusunda çok şikayetçi ama siz yönetim olarak Gordon Milne ve Serpil Hamdi Tüzün dönemindeki gibi bir Beşiktaş yaratırsanız, bakın o kombineler ve formalar nasıl satılıyor inanın siz bile şaşıracaksınız.

Elbette futbol artık endüstriyel bir oluşum ama o oluşumun temeli ne olursa olsun yine alt yapı, yine arsalar ve yine amatör anlayış olacaktır. Elbet bir gün o alt yapı maçları da devasa statlarda yine eskisi gibi oynanacaktır.
Bir bilete iki maç.
Kim istemez ki!..
İnşallah bir gün yar saçların lüle lüle, endüstriyel futbol sana güle güle deriz…


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...